18 Mayıs 2013 Cumartesi

Spor mu? Aidiyet mi?


Oynandığı alanda onbinleri, TV ekranlarında ise milyonları kendine çekme becerisine sahip bir oyundur futbol. Kitlesel etki ve tepkilerin verdiği cazibe ile adrenalini yüksek sporlar arasında yer alan futbolun, barışın ve kardeşliğin pekiştiricisi olan spor faaliyetleri içindeki durumu, özellikle son dönemlerde iyice sorgulanır hale geldi. Paranın, girdiği heryerde suyu bulandırması gerçeğini, bu "oyun" için de görmekteyiz. Bir kitleye dahil olmanın verdiği sözde huzur, rakip takıma ve onun taraftarlarına saldırma dürtüsünün kabarmasına yol açmakta. Sırf farklı takımı destekliyor diye bir insana nefret beslemek de cabası. Hepsi birbirinden farklı kariyer hikayesine sahip önemli iş adamlarının, kulüp yöneticisi haline geldikten sonra, gençliğe yeni adım atmış bireyler misali, kontrolsüz ve ani çıkışlarının sebebi, belkide bir diğer kulübün yöneticisi olan başka bir iş adamına karşı hakimiyetini kabul ettirmek, onu bir spor adamı olarak değilde, yine bir iş adamı olarak tanımlayarak, egosunun gösterdiği yolda ilerlemesidir. Futbol izleyicisinin, rakip takımı ve taraftarlarını, bir nevi düşman gözü ile görmesine yol açan sebeplerin başında hiç şüphesiz kulüp idarecilerinin de payı var.

90'lı yıllara kadar şifresiz kanallarla (ağırlıklı TRT, kısmen özel kanallar) seyredilebilen futbol, son 20 yıldır ücretli yayın kapsamına alındı. Son dönemlerde ödenen yüksek yayın bedelleri, yayıncı kuruluşları da futbol üzerinde söz sahibi yapmaya başlayınca, o eski doğal akış, yerini ranta dayalı bir organizasyona doğru süzülme yoluna girdi. Tadı alınan yüksek gelirler, neredeyse her TV kanalında, futbol yorum programlarının mantar gibi bitmesine ve bu durum, programlardan pompalanan cümleler ve yazılı basında yer alan büyük puntolu manşetler, izleyicinin tahrikine sebep oldukça, iş, cinayetlere kadar varan, korkunç bir kaosa vardı. Bu kaos ortamı dahi, medya tarafından tam algılanamadı ve sürekli "yine faturayı bize kestiler" serzenişinde bulunma yoluna girdi. Halbuki, bir insanın başka bir insana karşı nefret duygusunun büyümesi, pekte kendi kendine olacak bir iş değil. 90 dakika sonunda yense de yenilse de, bir gece kulübünde veya eğlence ortamında eğlenen futbolcu, bu hüznü fazla büyütmezken, taraftarların başka insanlara zarar verme noktasına kadar dayanabilecek eylemleri yapmanın farklı bir izahı olmalı.

Peki bu oyuna neden bu kadar fazla mana yüklüyoruz? O 90 dakikalık oyun, gerçekten cezbedici ve ritmini, izleyicisine rahatlıkla aktarmakta oldukça usta. Lakin, bir "amaç" noktasına doğru ilerlemesi sağlıklı mı? Bir takıma dayalı hayat yaşamanın, sürekli o kulübün peşinden gitmenin mantığı nedir? Bir yerlere ait olma hissini sürekli benliğinde taşıyan insan için, bir spor kulübüne üye olmak veya desteklemek, işte tam da bu aidiyet noktasındaki açlığı gideriyor ve bizler, ait olduğumuz kulübün birer askeri haline geliyoruz. Bu, esasen içimizdeki baskın gelme dürtüsünün de, taraftar maskesi altında, uygun şartlar altında dışa yansımasından ibaret. Bu dürtünün, zamanla tahammülsüzlük noktasına sıçraması, farklı renklerin bir araya gelmesinin önüne geçiyor ve hayata tek renkten bakan taraftarların gettolaşarak bir diğer taraftar kitlesini ötekileştirmesi ile yoluna devam ediyor.

Bugün için, kulüplerin giyim satış mağazaları, GSM anlaşmaları, yayın anlaşmaları, sigorta anlaşmaları ve aklınıza gelebilecek pek çok alanda imzaladıkları, gelir getirici sözleşmeleri var. Kritik bir ekonomik denge üzerinde yapılanan bu sistem, taraftarı, salt takımını destekleyen bir gönüllüden ziyade, müşteri konumuna itmekte. Yeri geldiğinde son kuruşuna kadar varlığını tüketebilecek cinsten.



Kitlesel taraftar eylemleri, futbolun o eski saf haline dönmesi için tavır alma yoluna gitmezse, bizler ve bizden sonrakiler futbol terörünü uzun bir süre daha yaşayacağız. Bayan izleyicilerinde, yoğun argo içeren tezahüratlara eşlik ettğini de göz önünde bulundurursak, iş epey zor.

Futbol, artık o eski saf duyguların meydanda dans ettiği bir alan değil. Vahşi ekonomik çarkların bir araya girerek oluşturduğu grift bir yapı. Haliyle bu çarkları döndürecek yemler olarak, biz taraftarlara her zaman ihtiyaç var. 

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Amasya

Geçmişi ve bugünü, bünyesinde dengeli bir halde sentezleyerek muazzam bir şehir belirmiş ve adına da Amasya demişler. Evet, şehir merkezinde Yeşilırmak’ın aktığı bu huzurlu şehir, kendine has karakteri ile ülkenin önemli bir parçası. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Fatih’ten, Yavuz’a, 2. Murat’tan, 1. Mehmet’e pek çok padişah, bu güzide şehirde şehzadelik yapmış. Bu sebeple şehzadeler şehri olarak da bilinir Amasya.



İstanbul’dan yaklaşık 700 km’lik bir mesafe kadar uzakta bulunan şehir merkezine, TEM otoyolu Yeniçağa ayrımından girerek, sırasıyla, Çerkeş, Ilgaz, Tosya ve Merzifon üzerinden ortalama 7 saatte erişilebilir. Bu yolculuk esnasında, bize her şehir dışı yolculuğunda olduğu gibi yine TRT-FM eşlik ediyor. :) Hafifçe yağan bir yağmurla beraber dolandığımız şehir merkezinin tarihi dokusu özenle korunmuş. 


Tarihi 2. Beyazıd Camii, yaklaşık 650 yıllık mazisi ve avlusundaki ahşap abdesthanesi (kubbe içindeki hat yazıları görülmeye değer), külliyesi, ahşap sanatına dair müzenin mevcudiyeti ile şehrin tam merkezinde yer alırken, yerli turistlerin akınına uğruyor. Avludaki dikkat çekici bir başka unsur, 500 küsür yıllık çınar ağacı. Cami hizasında eski dönemlerden kalma Saraçhane Camii ve Gümüşlü Camii de yer almakta. Aynı ada içinde Kadastro Müdürlüğü’nün hemen arkasında tarihi bedesten var. 





2. Beyazıd Camiinin paralelindeki yolun hemen yanından, Samsun’dan Karadenize’e dökülen Yeşilırmak geçmekte. Irmağın içinde pek çok ahşap su değirmenleri mevcut. Bölgede şehzadelik yapan padişahlara ve Kurtuluş Savaşı dönemine ait büstler, bu hizada yer alıyor.




Yeşilırmak’ın diğer cephesinde ise yüksek dağ eteklerinde inşa edilmiş kahverengi ve beyaz renklerdeki ahşap Amasya evleri bulunuyor. Bu yapılar zemin üstünde ya tek ya da iki katlı. Mimari olarak Kastamonu, Beypazarı ve Safranbolu evlerini andırıyorlar. Çoğu, pansiyon-otel olarak kullanılmakla birlikte, yerel lezzetleri tattırma amacıyla lokanta olarak faaliyet gösterenleri de var. 



Lokanta demişken bölgeye has yemekleri saymak gerekirse aklıma gelenler keşkek, baklalı dolma ve toyga çorbası. Fiyatlar epey makul. Baklalı dolmayı tavsiye ederim. O çok meşhur Amasya elmasını tatmak istedik. Lakin Mayıs ayı sebebiyle mevsimini kaçırmışız.


1800’lü yıllarda hizmet vermeye başlayan saat kulesi, Hükümet Köprüsü yapılırken yıkılmış, 2002 yılında ise tekrar inşa edilmiş. Şehir merkezinde, Amasya evlerinin hemen arkasında Kral Kaya Mezarları bulunuyor ve irili ufaklı 23 adet kaya mezarı yer alıyor. Bu bölgeyi, tepelere tırmanarak ziyaret etmek durumundasınız. Aklınızda olsun.



Amasya Müzesi, farklı medeniyetleri bir anda hissedebileceğiniz ilginç bir yer. Roma'dan Osmanlı'ya pek çok eser burada sergileniyor.

Amasya’nın önde gelen ilçeleri Suluova, Taşova ve Merzifon. Kaplıcaları ile ünlü olan Merzifon’da ne yazık ki çok fazla vakit geçirme imkanı bulamadık. Aynı durum diğer ilçeler içinde geçerli.


Amasya pek çok kez gezilip görülmeye değer bir şehir. Biraz daha vakit ayırabilseydik serzenişi ile şehirden ayrılmak durumunda kalıyoruz.



Allahaısmarladık.


4 Mayıs 2013 Cumartesi

Bartın

Aheste aheste gidilirse 6-7 saatte varılabilecek ve İstanbul’dan yaklaşık 450 km süren Bartın, Batı Karadeniz’in sahile komşusu olan illerinden. İlin batısında Zonguldak, doğusunda Kastamonu, güneyinde ise Karabük yer alıyor. Bartın, çilek festivali ile meşhur bir ilimiz. İlin nüfusu ortalama 320.000 seviyesinde. İstanbul yönünden TEM otoyolunda devam ederken, Yeniçağa ayrımından çıktığınızda Bolu-Bartın yoluna giriyorsunuz. İlerisi Bartın. Bu yol kısmi olarak yer yer bozuk sayılabilir. Aklınızda bulunsun.


Nisan ayının hafif yağmurlu fakat yumuşak bir havasında gördüğümüz Bartın’ın şehir merkezi oldukça mütevazı. Yollar, iki aracın yan yana geçişini zorlayacak şekilde dar. Lakin Amasra, İnkumu Plajı gibi göze ve yeşil tutkunlarına hitap eden noktalara sahip bir ilin merkezinin böyle olması normal kabul edilebilir. Bu bağlamda il merkezi, ilçelerinin biraz gölgesinde kalıyor gibi. Bartın insanı oldukça samimi ve sıcakkanlı. Şiveyi anlamakta biraz sıkıntı çekebilirsiniz ama bu da diyaloglara ayrı bir lezzet katıyor.


Bizim geceyi geçirdiğimiz yer ise İnkumu. Bartın merkezinden İnkumu’na giden yol güzergahı yeşilliklerle dolu. Sahilinde taş ve ağaçların yan yana yer aldığı İnkumu, Karadeniz sahilinde konumlanmış. Civarda konaklanacak yeter sayıda pansiyon ve otel mevcut.




Batı Karadeniz’in bu küçük ama huzurlu iline yolu düşenler için Amasra’ya gitmemek epey yazık olurdu. Antik dönemdeki ismi Amastris olan ve İnkumu’ndan 30 km, Bartın merkezinden ise yaklaşık 15 km uzaklıkta bulunan Amasra’ya doğru direksiyonu kırıyoruz. Fazlaca turist mevcut. Ağırlıklı Ankara olmak üzere civar illerden pek çok ziyaretçiyi ağırlıyor ilçemiz. Amasra Kalesi’nden ilçeyi izlemek başlı başına bir zevk. Bünyesinde iki katlı, küçük ve mütevazi bir cami barındırıyor.






Amasra hatırası almak isteyenler için epey hacimli bir çarşı mevcut. Mideleri de unutmamak lazım. Amasra’da çok güzel pideler bulabilirsiniz. Bununla birlikte Amasra’ya özgü bir mimarinin geliştirilmesi, turizm ve ilçe estetiği açısından mevcut olumlu izlenimi, daha da iyileştirebilirdi. Ayrıca otopark sorununun mevcudiyetine de dikkat çekmek isterim. Pansiyon ve otel sayısı yeter olmakla birlikte, önceden rezervasyon yapılmasına fayda var.








Haftasonu gezisi için günübirlik dahi olsa gidilip görülmesi gereken bir ildir Bartın. Amasra’yı atlamamak, gezinizin lezzetini arttırır.



Allahaısmarladık.