30 Mart 2013 Cumartesi

Kastamonu

Yılın son ayında yaptığımız gezilerde, güneşli bir havanın bize eşlik etmesi büyük bir ilahi lütuftur. Kastamonu gezisinde olduğu gibi. Karadeniz Bölgesi'nde en fazla Bartın/Amasra sınırına dayanmış biri olarak, daha da doğuya gitmek adına bir sonraki hedef olarak Karabük ve Kastamonu 'yu (Karabük başka bir yazıya konu olacak) seçmiştik. İstanbul açısından serin, aralık ayı bağlamında ise epey güneşli bir günde, saat 08:00 civarı yola çıktık. Kastamonu tabelasını ilk gördüğümde kısa bir şaşkınlık yaşadığımı hatırlıyorum. Zira 13.000 km²'yi aşkın yüz ölçümüne sahip olan il, sadece 93.400 nüfusa sahip. Gerçi İstanbul gibi nüfusu bilinmez noktalara giden bir ilde yaşayan bünye için normal karşılanmalı bu şaşkınlık.



Yaklaşık 6 saat süren bir yolculuğun ardından Kastamonu merkeze giriş yaptık. Şehir merkezi, sahip olduğu nizamın yanında, tarihi dokuyu bünyesinde hala barındırabiliyor olması ile dikkatimizi çekiyor. Otele giriş yapıp kısa bir dinlenmenin ardından, direksiyonumuzu İnebolu yönüne kırıyoruz. Bu arada önemli bir hatırlatma. İtiraf etmek gerekir ki, biz bu gezimizde kış saati uygulamasını dikkate almadık ve İnebolu'ya vardığımız dakikalarda hava kararmış oldu. Özellikle uzun mesafelere yolculuk eden geziseverlerin, kış dönemimde biraz daha erken yola çıkmaları tavsiye olunur.



Gece karanlığı altındaki İnebolu bizi bu kadar etkilediyse, gündüz dilimindeki bir İnebolu'yu nasıl tasvir ederdik bilemiyorum. Çay ikram etmeyen esnaf neredeyse yok gibi. Sobacıların varlığı bize epey bir nostalji yaşatıyor.



İnebolu, bir sahil ilçesi olmakla birlikte, yeteri kadar turist alamamaktan şikayetçi. Böyle bir kıymetin, yerli turistlerce yeterince değerlendirilemediğini, bununda tatil anlayışımızın deniz, kum, güneş üçlüsünden kaynaklandığını söyleyebiliriz.

İnebolu'da yediğim barbun ve sarıkanat balıklarının tadı hala yerli yerinde duruyor. İşi kaynağında görmenin kattığı haz, ayrıca kayda değer.


İnebolu'dan sonra sırasıyla Abana, Çatalzeytin ve Devrekani üzerinden şehir merkezine geri dönüyoruz. Yalnız Çatalzeytin-Devrekani arasındaki dağ yolu epey ürkütücü. Bir an için arabanın farlarını kapattığımızda, koca dağ başında zifiri karanlığın ortasında kalıyoruz.

Şehir merkezine vardığımızda yaptığımız ilk iş, meşhur Kastamonu pidesini tatmak oldu. Daha birkaç saat evvelinde akşam yemeğini yememize rağmen, pide, hiçbir ağırlık yapmadı. Hafif ve lezzetli bir yiyecek. (Yazılarda yiyecek ve içecek resimlerini maalesef paylaşmıyorum.)

İlçelerini keşfettiğimiz Kastamonu'nun şehir merkezini bir sonraki gün derinden incelemek için erkenden yatıyoruz.


Pazar günündeyiz. Liste o kadar kalabalık ki. Saat kulesi, Kastamonu Kalesi, Kurşunlu Han, Osmanlı Sarayı,  Yakup Ağa Külliyesi... Kastamonu merkezde, şehir silüetinin en önemli bileşenlerinden saat kulesine çıkıyoruz. 1885 yılında Nureddin Paşa tarafından yaptırılmış ve saat Avrupa'dan getirtilmiş.Kulenin yüksekliği 12 metre.



(Kale görüntüsünü makineden dikey aldığım için, yatay hale döndürdüğüm görüntü, blogda yine dikey gözüktü. Siz indirip yatay hale getirirsiniz :) )  


Saat kulesinin hemen karşısında yer alan Kastamonu Kalesi ise 12. yüzyılda Türklerin bölgeye yaptıkları akınlar sebebiyle yaptırılmış. Tarih boyunca büyük depremlerde kısmi zararlar görmüş olsa da, kale hala dimdik ayakta.







Listemiz epey uzundu. Lakin gündüz diliminin kısa oluşu ve özellikle kaleye hayran kalmamız sebebiyle uzun bir süre geçirmemiz, bizi yavaş yavaş İstanbul yoluna sürükledi. 

Kastamonu, gidip görülmesi gereken bir ilimiz. Zira her noktası tarih kokan bu şehre bir gün yolunuz düştüğünde eminim ki hak vereceksiniz.